DünyaGüncelMakaleler

ÇEVİRİ | Nepal: Yarı-Feodal mi Kapitalist mi?

Kisan Maharjan tarafından yazılan ve 14 Ocak 2024 tarihinde moolbato.com sitesinde yayınlanan makaleyi, Nepal’in içinde bulunduğu durumun anlaşılması amacıyla Özgür Gelecek okurları için çevirdik.

Nepal Devrimci Komünistlerinin kafasındaki soru -ve bu çok yerinde bir sorudur- Nepal’in koşullarıdır: Nepal’in yarı-feodal üretim ilişkilerine sahip yarı-feodal bir toplum olarak kalıp kalmadığı ya da Nepal’in kapitalist bir topluma dönüşüp dönüşmediği, burjuva-demokratik devrimin tamamlanıp tamamlanmadığı? Toplumun üstyapısının da dönüşüp dönüşmediği ya da kitlelerin bilincinin feodal kalıp kalmadığı ya da bunun emperyalist ülkelerin kitleleri arasında bulunan neoliberal bir bilinç tarafından yüceltilip yüceltilmediği. Bilinci maddi gerçekliğin bir yansıması olarak anladığımızdan, kapitalist bir zihniyet toplumun kapitalist doğasının bir göstergesi olacağından, analizde ikincisi de aynı derecede önemlidir. Nepal devrimcilerinin karşı karşıya olduğu soru budur; bu konuda doğru bir duruşa sahip olmak gerekir.

Öncelikle, ‘kapitalizm’ ve ‘yarı-feodalizm’ terimleriyle tam olarak neyin kastedildiğini açıklığa kavuşturmak gerekir. Çünkü bu terimlerle ne kastedildiği açıklığa kavuşturulmadan üretim ilişkileri ya da genel olarak toplumun doğası hakkında bir değerlendirme yapılamaz. Öncelikle, kapitalizm ile ne kastedildiğinin anlaşılması gerekir, her ne kadar kapitalizmin kesin mekanizmalarının ayrıntılı bir analizi bin sayfadan fazla bir tez gerektirecek olsa da (böyle bir şey zaten var, Kapital); kapitalizmin ne olduğu böyle bir teze gerek kalmadan bir dereceye kadar kesin olarak anlaşılabilir. Kapitalizm aşağıdaki özelliklere sahip bir üretim ve temellük biçimidir:

Burjuvazi tarafından üretim araçları üzerinde özel mülkiyet

Genelleştirilmiş emtia üretimi

Toplumun birincil emek süreci olarak ücretli emek

Daha sonra, yarı-feodalizmin ne olduğunu ve feodalizmden nasıl farklılaştığını açıklamak önemlidir. Bunu yapmak için öncelikle feodalizmi tanımlamak gerekir. Feodalizm, tıpkı kapitalizm gibi, aşağıdaki özelliklere sahip bir üretim ve temellük biçimidir:

Toprak mülkiyeti ve dolayısıyla zenginlik bir toprak ağası sınıfının elinde toplanmıştır

Üretim Araçları, toprakta çalışan ve yaşayan ancak toprağa sahip olmayan topraksız köylü sınıfına aittir

Köylüler tarafından üretilen artık, toprak sahibine kira olarak ödenir

Feodal bir toplumda, birincil karşıtlık toprak ağası sınıfı ile köylü sınıfı arasındaki karşıtlıktır, ancak bu tek karşıtlık değildir. Toprak ağası ile yeni doğmakta olan burjuvazi arasında da antagonizmalar mevcuttur. Bu yeni oluşan burjuvazinin ve buna karşılık gelen yeni oluşan ücretli işçiler sınıfının varlığı bize feodal toplum içinde kapitalist toplumun embriyonunun nasıl var olduğunu gösterir. Birbirini izleyen ilkel birikim süreçleri ve nihayet feodalizme indirilen çekiç darbesi – burjuva demokratik devrim – sayesinde bu kapitalist toplum filizi çiçek açıp olgun kapitalizme dönüşebilir. Dolayısıyla yarı-feodalizm, kapitalist toplum tohumunun feodal toplum içinde bir miktar gelişme gösterdiği, ancak feodal koşulların burjuva-demokratik devrim tarafından tamamen ortadan kaldırılmadığı ve toprak ağası sınıfının hala büyük bir güce sahip olduğu bir durum olarak söylenebilir.

Nepal’de Feodalizmin Dışındaki Genel Gelişme:

Nepal’de, geçen yüzyılın 50’li yıllarına kadar, emekçi köylü kitleleri Rana Otokrasisinin boyunduruğu altında ezilmişti. Ancak bu biçim feodalizme uygun değildi ve çeşitli feodal beyler arasında, özellikle de Şah Hanedanı ile Rana Hanedanı arasında bir çelişki vardı. Ranalar, konumlarını güçlendirmek için İngiliz Emperyalistleri ile İngiliz finans sermayesinin Nepal’e akışına izin veren çeşitli anlaşmalar yaptılar, bu da Nepal’de yarı-sömürge koşullarının doğmasına yol açtı; Nepal sözde bağımsızlığını korudu ama fiilen İngiliz Emperyalistlerinin bir kolonisiydi. Bunun bir örneği, 1923 tarihli Nepal-İngiltere Antlaşmasının 6. Maddesinde yer alan “Nepal Hükümeti adına bu ülkeye derhal nakledilmek üzere ithal edilen mallar için İngiliz Hindistan limanlarında gümrük vergisi alınmayacaktır(…)” ifadesidir; bu madde İngiltere’nin İngiliz mallarını ve İngiliz finans sermayesini Nepal’e serbestçe ihraç etmesine etkin bir şekilde izin vermiştir ve feodal devlet tarafından yapılan eşitsiz anlaşmaların bir örneğidir. Bu anlaşma, İngilizlerin Nepalli girişimcilere üstünlük sağlamasına ve İngiliz tekelci finans sermayesini güçlendirmesine etkin bir şekilde izin verdiği için, Nepal Ulusal Burjuvazisinin sürekli bastırılmasının erken bir ifadesidir.

Ancak sonunda İngiliz emperyalistleri Ranaları terk etti ve toprak ağaları arasındaki çelişkiler hızla su yüzüne çıktı. Bunlar nihayet 1950’de niteliksel bir gelişmeye dönüştü. Burada, Şah Hanedanı tarafından temsil edilen toprak ağaları sınıfının bir kesimi, Nepal Kongresi tarafından temsil edilen küçük burjuvazi ve küçük burjuvazinin yanı sıra Nepal Komünist Partisi tarafından temsil edilen proletarya ve köylülerle ittifak kurarak, Rana Hanedanı tarafından yönetilen toprak ağalarının daha gerici kesimine karşı bir mücadele başlattı. Bu mücadelenin kazanılmasının ardından toprak ağası sınıfı burjuvaziye çeşitli tavizler vermek zorunda kalmış, bu da Nepal’in koşullarının feodalden yarı-feodale doğru kesin bir dönüşüme uğramasına yol açmıştır.

Ancak bu imtiyazlardan bazıları, özellikle de burjuvaziye verilen siyasi imtiyazlar, toprak ağaları sınıfı tarafından geri alındı. Bu dönemde toprak ağaları bu toplumun efendileriydi, dolayısıyla Nepal esas olarak yarı feodaldi. Toplumun çeşitli yönleri arasındaki çelişkiler, ama esas olarak toprak ağaları ve burjuvazi arasındaki çelişki, bu dönemde derinleşmeye ve yoğunlaşmaya devam etti. Takip eden on yıllar boyunca birçok gelişme yaşandı. Nepal Komünist Hareketinin durumu parçalandı ve bölündü. İki ana çizgi, komünist hareketin kesimleri tarafından taşınan iki bayrak haline geldi: NKP (UML)’yi oluşturacak revizyonistlerin taşıdığı yasalcılık, parlamentarizm ve kralcılık bayrağı; NKP (Maoist)’i oluşturacak Marksistlerin taşıdığı devrim ve kompradorların ve toprak ağalarının diktatörlüğünün yıkılması bayrağı. Revizyonist Sosyal Faşistler daha sonra feodal sistemin ve bu sistemin çekirdeği olan monarşinin en sadık savunucularına dönüştüler.

Bu dönemde, toprak ağalarının diktatörlüğü altında üretici potansiyelini açığa çıkaramayan yükselen burjuvazi, gücünü geliştirerek ve zamanını kollayarak hazırlanmaya başladı. Burjuvazi, feodal beylerle mücadelesinin hazırlıklarını yaptığı bu dönemde, toprak ağası sınıflarının etkin egemenliği olan Panchayat sistemini ve onların önceliğini dayatan daraltıcı yarı-feodal ilişkiler içinde faaliyet göstermeye devam ediyordu. Nepal bu dönemde de hem yarı-feodal hem de yarı-sömürgeydi, ancak yarı-feodal yönü asıl baskıyı oluşturuyordu. Ancak komprador/bürokrat burjuvazi bu durumu kabul edilebilir bulmadı ve bu durum iki egemen sınıf arasındaki çelişkilerin derinleşmesine yol açtı.

Bu çelişki, kompradorların toprak ağalarına karşı mücadelesi olan 1990’daki “Halk Hareketi” ile patlak verdi. Kompradorlar, toprak ağalarına karşı küçük burjuvazi, köylüler ve proletarya ile geçici olarak ittifak kurdu; toprak ağası sınıfı komprador burjuvaziye daha fazla taviz verdi ve bu da önceden var olan sınıf diktatörlüğü arasında daha eşitlikçi bir güç paylaşımına yol açtı. Bu dönemde, toprak ağaları hala toprak ağası ve komprador/bürokrat sınıfların sınıf diktatörlüğünün temel unsuruydu. Bu dönem boyunca bir yanda proletarya, köylüler, küçük burjuvazi ve ulusal burjuvazi ile diğer yanda toprak ağası, komprador/bürokrat burjuvazi arasındaki karşıtlık keskin bir şekilde yoğunlaştı. Bu yoğunlaşma, “Halk Hareketi” sırasında komprador burjuvaziye gerçek bir değişime öncülük etmesi için güvenen halk kitlelerinin derhal ihanete uğraması; egemen sınıfların kendi konumlarını sağlamlaştırması ve ezilen sınıfların toptan sömürülmesine devam edilmesiyle devam etti. Bu gelişmeler ve diğerleri niteliksel bir sıçramaya, tarihin itici gücü olan kitlelerin, devrimci öfkeleriyle, devrimci öncü parti tarafından bilenmiş ve güçlendirilmiş olarak mümkün kıldığı bir dönüşüme yol açtı. Devrim başlamıştı.

Devrimci dönem boyunca elde edilen çeşitli başarılar ve ilerici gelişmeler bu yazının kapsamı dışındadır. Ancak asıl mesele, Yeni Demokratik Devrimin – burjuva demokratik ve anti-emperyalist devrimin – parti içindeki revizyonistler ve dönekler tarafından ihanete uğratılmış olmasıdır. Yeni Demokratik Devrim yarım bırakıldı ve dönekler yozlaşmış partiyi komprador/bürokrat burjuva düzeniyle kaynaştırdı. Bu durumda yarı-feodalizmin süpürülüp atıldığı söylenebilir mi? Bazılarının ilan etmek istediği gibi, “Devrim yarı-feodalizmi ortadan kaldırdı ve demokratik bir cumhuriyet kurdu!” denilebilir mi? (“demokratik cumhuriyet” kavramı bir başka revizyonist hayaldir)? Kesinlikle hayır! Devrim ihanete uğradı, sırtından bıçaklandı ve ezilen kitlelerin kurtuluş hayalleri revizyonistler ve dönekler tarafından, şimdi Nepal Sosyal Faşizmini yeni bir üst düzeye (Prachanda Yolu) geliştirenler tarafından katledildi. Ve devrim yarı-feodalizmi yadsımadan, yarı-feodalizmin kendi kendine aşındığına ve öldüğüne mi inanacağız? Mücadelenin tarihin temel itici gücü olduğunu anladığımızda, yarı-feodalizmin şiddetli bir şekilde ortadan kaldırılması olmadan, burjuva-demokratik devrim olmadan, yarı-feodalizm nasıl ortadan kalkabilir? Gerçek şu ki, yarı-feodalizm ortadan kalkmadı, aksine tezahürü basitçe dönüştü!

Döneklerin komprador/bürokrat burjuvaziyle kaynaşması onların konumunu güçlendirdi ve Nepal Devleti’nin doğasında niteliksel bir dönüşüme neden oldu; daha önce yarı-feodalizm temel unsurken, şimdi yarı-sömürgecilik temel unsur haline geldi. Yarı-feodalizmin ortadan kalkmasa da zayıflamasıyla birlikte, toprak ağası sınıfı komprador/bürokrat burjuvazi karşısında itaatkâr bir rol üstlendi. Toprak ağası sınıfının o zamana kadarki açık sömürüsü gizli bir karaktere büründü ve komprador/bürokrat burjuvazi devletin birincil dizginlerini ele geçirdi. Ancak bu, komprador/bürokrat burjuvazi ile toprak ağaları arasındaki çelişkinin sona erdiği anlamına gelmiyor -tam tersine-, Nepal toplumunu ve Nepal devletini şekillendiren şey bu sınıfların sürekli birliği ve mücadelesidir. Bununla birlikte, bu sınıflar ezilen sınıfları sömürme konusunda birleşmişlerdir, bu nedenle sınıf diktatörlüklerini parçalamak ve yeni demokratik devrimi takiben devrimci bir devlet kurmak gereklidir.

Mevcut Koşulların Analizi:

Bu tespitle birlikte, yine de Nepal’in nesnel koşullarının bugüne kadar nasıl yarı-feodal kaldığını ve bunun her zaman böyle kalmayabileceğini görmek gerekir. Nepal’in yarı-feodal koşullarını yavaş yavaş aşındıran ilk gelişme, süregelen ilkel birikimdir. Marx’ın “ilk günah”a benzettiği bu ilkel birikim süreci, feodalizmin rahmindeki embriyonik durumundan olgun kapitalizmin doğmasına yol açan ilk süreçtir. Feodalizmin rahmindeki bu embriyonik kapitalizm, bağımlı uluslarda emperyalist tekelci finans kapital ile asimile olmuş ve bu da gerçekte ulusal bir kapitalizmin gelişmesini engellemiştir. Emperyalist tekelci finans kapitalle asimile olan olgun ulusal kapitalizmin tohumu, ilkel birikim süreci yoluyla kendisini daha yüksek bir gelişim aşamasında sentezlemiştir; ancak feodalizmin toprağında henüz embriyonik aşamadadır ve filizlenmeyi beklemektedir. Bununla birlikte, bu çimlenme süreci bir dereceye kadar çoktan başlamıştır.

Örneğin, ilkel birikim sürecinde, toprağın çitlenmesi nedeniyle, o zamana kadar topraksız olan, ancak tamamen mülksüzleşmemiş köylü sınıfının, ikamet ettikleri topraklardan zorla çıkarıldığı; burjuvazinin ihtiyaçlarını karşılamak için şiddetle sanayi proletaryasına dönüştürüldüğü bilinmektedir. Bu kitlesel proleterleşme, kent merkezlerinde gelişen burjuvazinin ihtiyaçlarını karşılamakla kalmaz, bu talepleri aşarak bir yedek proletarya ordusu yaratır. Nepal’de tam da bu sürecin işlediğini görüyoruz. Şimdiye kadar topraksız köylüler ya da küçük arazi sahipleri olarak yaşayanlar, çeşitli koşullar nedeniyle şiddet kullanılarak köylerinden sürüler halinde çıkarılıyor. Bu proleterleşme süreci, Nepal’de yaşanan kitlesel kentleşmeyle kanıtlanıyor; insanlar iş bulmak için sürüler halinde şehirlere göç etmeye zorlanıyor. Böylece, tekelci finans sermayesi ile ulusal sermaye tohumunun, -bu birleşiminin- ihtiyaçlarını karşılayacak yeni bir proletarya yaratılmaktadır. Nepal köylüleri, komprador/bürokrat burjuvazinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere ücretli köleler ordusuna dönüştürülüyor.

Buna rağmen, köylüler ve toprak ağaları arasındaki yarı-feodal üretim ilişkileri yaygınlığını korumaktadır. Bugün bile bir buçuk milyon hane topraksızdır ve toprak ağalarının topraklarında yaşamak, o toprakları işlemek ve toprak aristokrasisine kira ödemek zorunda kalmaktadır. Günümüzde feodal baskı sistemi devam etmekle birlikte, ilkel birikim gibi süreçler nedeniyle bu feodal baskı yeni bir kapitalist sömürü tarafından yüceltilmektedir. Bu feodal baskı hala devam etmekte ve milyonlarca insan bu sistem altında acı çekmeye devam etmektedir. Köylülere toprağı yeniden dağıtma sözü, iktidardaki sözde “Sosyalistler” tarafından yerine getirilmemiştir, çünkü gerçekte onların boş sözleri hiçbir şey ifade etmemektedir. Onlar, son tahlilde, toprak ağaları sınıfını temsil etmektedirler ve bu nedenle toprak ağası efendilerini mağdur edecek herhangi bir politikayı yürürlüğe koymayacak ya da herhangi bir çizgiyi desteklemeyeceklerdir.

Dolayısıyla, hala büyük bir köylü sınıfı ve bu köylüleri ezen bir toprak ağaları sınıfı vardır. Dolayısıyla, feodal toplumun temel karşıtlığı olan köylüler ve toprak ağaları sınıfı arasındaki karşıtlık hala mevcuttur ve hala güçlüdür. Bu da yarı-feodal üretim ve temellük tarzının Nepal toplumunda hala var olduğunu ve önceliğini koruduğunu göstermektedir.

Bir diğer önemli analiz noktası da siyasi ve ideolojik üstyapının analizidir. Materyalistler olarak, son tahlilde tabanın üstyapıyı şekillendirdiğini biliyoruz; yani egemen sınıfın yapısal ve kültürel hegemonyası mikro ve makro düzeyde üstyapıya yansıyacaktır. Birey, söz konusu ideolojinin yeniden üreticisi olarak hareket etmek ve bu ideolojiye katılmak üzere ideoloji için ve ideoloji tarafından bir özneye dönüştürülür. İdeolojinin, toplum tarafından bakılan “sağduyu”yu oluşturan saf ideolojinin keskin bir analizi yoluyla, üstyapının doğasını incelemeye başlayabiliriz.

Başlangıç olarak, üstyapının baskıcı olmayan yönünü oluşturan temel İdeolojik Devlet Aygıtlarına, yani aile, eğitim ve medyaya bakmak gerekir. Aile, son on yıllarda, aile içi ilişkilerin sevgi, şefkat ve karşılıklı merhamet üzerine kurulduğu bir kurumdan, yerini para ilişkilerine bıraktığı bir kuruma dönüşmüştür. Aslında yukarıda bahsedilen ilkel birikimin ve tekelci finans sermayesinin artan üstünlüğünün kültür ve ideoloji alanına (üstyapıya) yansıması olan bu süreçte, kapitalizmin büyümesinin yavaş yavaş yarı-feodal aile ilişkilerinin çürümesine yol açtığı görülebilir. Eğitim analizi iki soruya ayrılmalıdır: “eğitimi kim yapıyor?” ve “ne eğitiliyor?”. İlk sorunun cevabı küçük burjuvazidir: okullar, kolejler ve üniversiteler küçük burjuva sınıfının alanı haline gelmiştir; eğitimi belirli sendikalar tarafından işletilen bir iş modeline dönüştürmüşlerdir. Bu eğitim sendikası tam da piyasanın eğitime müdahalesinin doğal sonucudur. İkinci sorunun cevabı, eğitim yoluyla ideolojinin öğretiliyor olmasıdır; insanları statükoyu sorgulamamaya ve yukarıdan gelen diktaları körü körüne kabul etmeye koşullandıran ideoloji; öncelikle bu kapitalist ideolojidir. Son olarak, medya küçük burjuvaziye aittir ve onlar tarafından reklam yoluyla finanse edilmektedir. Medya, Overton penceresini [Overton penceresi, bir zaman diliminde kamuoyunun kanıksadığı, normalleştirdiği ve hatta ana akımlaştırdığı –kimisi geçmişte “uçlarda” görülen- siyasal fikirler ve çözümlerin oluşturduğu geniş yelpazeye verilen isim, ed.] şekillendirmek için “güvenilir” ve “saygın” burjuva kaynaklarını kullanır; öyle ki radikal fikirler tamamen gözden düşürülür ve egemen sınıf duruşları ön plana çıkarılır.

Bu durum, üstyapının büyük burjuvazinin hegemonyasını uyguladığı ve hegemonyasını meşrulaştıran ideolojiyi yeniden ürettiği, dolayısıyla da kapitalist üretim ilişkilerini yeniden ürettiği bir aygıt olduğu sonucuna varılmasına yol açabilir. Ancak bu aceleci bir sonuç olacaktır! Birincisi, bu burjuva hegemonyası Nepal’in yarı-feodal olduğu fikrini ortadan kaldırmaz, çünkü bu emperyalist tekelci finans sermayesinin artan üstünlüğünün bir sonucu olabilir ve muhtemelen öyledir; bu, doğası gereği üstyapı üzerinde daha büyük bir hakimiyete sahiptir ve dolayısıyla kendini yeniden üretme konusunda daha üstün bir yeteneğe sahiptir. Emperyalistler ve kompradorlar, toprak ağaları sınıfına karşı ellerinde bulundurdukları kaynaklar sayesinde üstyapı üzerinde daha fazla hegemonya kurma yeteneğine sahiptir. Dolayısıyla, bu durum Nepal’in yarı-sömürge olduğu iddiasını güçlendirmekte ve yarı-feodal olduğu iddiasını ortadan kaldırmamaktadır! Yankee emperyalistlerinin birincil süper güç konumları nedeniyle uluslararası alanda tekelci finans sermayelerini ihraç edebildikleri de yadsınamaz bir gerçektir; bu aynı zamanda her zaman Yankee idealist-liberal ideoloji ve kültürünün ihracıyla sonuçlanmaktadır. Bu da Nepal’de basitçe kendini göstermektedir.

Daha sonra, devletin üstyapının en yüksek tezahürü olduğunu ve devletin egemen sınıfın sınıf diktatörlüğünü uyguladığı askeri-bürokratik aygıt olduğunu anlıyoruz. Bu aygıtın hala güçlü bir şekilde toprak ağaları sınıfının elinde olduğu açıktır. Orduda birçok üst düzey general ve lider, Şah Otokrasisi tarafından yönetilen açık yarı-feodal devlet için hizmet etmişlerdir ve askeri aygıta liderlik etmeye devam etmektedirler. Bürokraside de belediye sekreterlerinden parlamentodaki en üst düzey partilere kadar pek çok bürokratın feodal otokrasi ile ortak bir geçmişi vardır. Nepal Kongresi ve NKP (UML) gibi partiler geçmişte kitlelerin öfkesini otokrasi altında ezilmelerinden uzaklaştıran bir kalkan görevi görmüşlerdir ve şimdi de bunu gizlice yapmaya devam etmektedirler.

Son olarak, kapitalistlerin yapısal hegemonyasına rağmen, halkın ideolojisi ve bilinci hala yarı-feodalizm tarafından şekillendirilmektedir. Monarşiye geri dönüş ve daha gerici bir duruma geri dönüş talepleri, toplumun gerçek yarı-feodal koşullarını açıkça ortaya koymaktadır. Sonuçta, bilinç maddi koşullar tarafından şekillendirilir ve yarı-feodal bilinç yarı-feodal koşullara işaret eder.

Sonuç:

Son tahlilde, Nepal’in yarı-feodal, yarı-sömürge bir doğaya sahip olduğu açıkça görülmektedir; yarı-sömürgecilik temel özelliktir. Nepal’deki görünüşteki kapitalist tezahürler, tekelci finans sermayesinin Nepal’e akışından ve embriyonik ulusal sermaye ile asimilasyonundan kaynaklanmaktadır; emperyalist tekelci sermaye, bir sülük gibi, Nepal’in embriyonik ulusal sermayesinin canlılığını emmekte ve ulusal bir kapitalizmin gelişmesini engellemektedir. Emperyalist tekelci finans kapital, başta toprak ağaları sınıfı olmak üzere ulusal ezenlerle de işbirliği içindedir. Nepal’de kapitalizmin görünüşteki büyümesi, sosyo-tarihsel gelişim yasalarından bir sapmadır; çünkü kapitalizmin görünüşteki büyümesi aslında yabancı doğumlu bir tümörün büyümesidir: tekelci finans kapital. Nepal büyük ölçüde yarı-feodal kalmaya devam ediyor, ancak bu emperyalist tekelci sermaye tarafından harekete geçirilen süreçler nedeniyle yarı-feodal düzen her geçen gün çöküşe yaklaşıyor.

Bir yanda ulusal kapitalizm, diğer yanda yarı-feodalizm ve yarı-sömürgecilik arasında yoğunlaşan bu çelişki, birbirini izleyen gelişmelerle Yeni Demokratik Devrim’in kaçınılmaz niteliksel sıçramasına yol açacaktır. Feodalizm kendini tehdit altında hisseder, bu yüzden Durga Prasai’nin [NKP (UML) üyesi de olan Nepalli bir iş insanı, ed.] yükselişinde vurgulandığı gibi daha fazla gericiliğe ve şovenizme geri çekilir. Feodalizmin doğal olarak gericiliğe çekilmesi, onun ortadan kaldırılmasına yönelik niceliksel gelişmelerin giderek daha büyük adımlarla gerçekleştiğini göstermektedir. Devrim kaçınılmazdır.

Kaynak: https://moolbato.com/2024/01/59449/

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu